Evliliğimiz, dünyanın en basit mantığı üzerine kuruldu. İki iyi niyetli insanın hayatlarını birleştirmesinin huzur getireceği ve aileyi çocuklarla genişletmenin bunu taçlandıracağı inancı üzerine. Çocuklar olmasa bile mutlaka bir kız çocuğu. Sevgi, saygı ve mantık üçlemesinin, güzel bir bileşimi olacaktı evliliğimiz ve bununla övünecekti çocuğumuz büyüyünce. Evliliğimiz hiçbir şeyi zorlamadan ve her şeyi gerektiği kadar bulunduracaktı içinde. Ilımlıydık. Sıcak ama mesafeli, çalışkan ama dingin, planlı ama sıkıcı olmayan insanlardık, herkesin sahip olabileceği ama detaylarda ve ‘daha’larda boğulduğu için sahip olamadığı bir hayattı bizimki.
Evlilik hazırlıkları aşamasında bir kez bile gönül kırıklığı yaşatmamıştık birbirimize, kötü bir hatıra atmamıştık içimize. Yorganımıza göre uzattığımız ayağımız, sıcak yatağımızda birbirine dolanıvermişti. Heyecandan kalbimiz yerinden çıkacak falan değildi ama gözümüz başka bir yöne de kaymamıştı hiç. Değerli bir insanla değerli bir hayat geçirilebilirdi ancak ve biz birbirimize değer verdik.
Mesai saatlerimizin sonunda evimize koştuk, film izledik, ütü yaptık, uyukladık sarmaş dolaş. Seviştik canımız çekince. Filmlerdeki kadar ateşli değil belki ama birbirimizi kendimizden az düşünmedik. Koca bir aile olmuştuk, ikişer anne, ikişer baba. Bir araya gelinen büyük Pazar kahvaltıları, yazları deniz kenarında tavla partileri ve kahve seansları kırk yıl hatırlı. Her şey hayalimizdeki gibiydi. Ölçülü bir yaşam ve ölçüsü kaçmayan insanlar cenneti.
Kızımız doğdu sonra; Duru. Adı gibi yaşasın diye dualar ettiğimiz sağ el serçe parmağı yamuk, gerisi safi şahane, küçük güzel kızımız. Nazarı olsun dedik, güzel ömrünün. Bu kadarla kalsın dedik.
Her yaş gününde kocaman bir ailede onlarca öpücük kondu yanağına ama beşinci yaş gününde yalnızdı soğuk bir hastane odasında, yapayalnızdı. Lösemi teşhisi konmuş ve ilik arayışına başlanmıştı. Koca ailesi uygun ilik verememiştik yavrumuza. Ben hızla kilo kaybediyordum, babası ise umut. Annelerin umudu daha geç ölürmüş ama can çekiyordu benimki de, hissediyordum. Duru, düşündüğümüzden güçlü çıkmıştı. Enfeksiyonlar ise düşündüğümüzden hevesli. Bu yaşta bir çocuğun boğuşmak zorunda kaldığı güçlükler, bizi çaresizliğin avcunda oyuncak ediyordu. Kemoterapi acı çekmesinden başka bir şeye yaramamıştı çünkü vücudundaki tüm değerler gözlenebilir biçimde hızlı düşüyordu. Doğduğu ana geri dönecek gibiydi, bir avuç kalmıştı güzel yüzü. Bacakları camdan sopalar, kırılsa içimi darmadağın edecek. Her şey denendi, her acı deneyimlendi. Ve altıncı. yaş gününde dünyada değildi Duru. Bize bitimsiz bir yas bırakarak gitti. Kızımız gitti ve dünya pul oldu gözümüzde.
Kusursuz hayatımız, küçük kızımızın peşinden eriyip gitti. Odası, bir ibadethane gibi dokunulmazdı artık bizim için. Her gece saatlerce oturduğumuz döşemelerinde ve her sabah ezanına kalbimizdeki kötü huylu urla uyandığımız. Ölecek gibi oluyor ama ölmüyorduk. Yaşayacak gibi de olmuyorduk hiç.
Duru’yu son görüşümüzde karpuz istemiş babasından. Karpuz almak önemli bir işti bizim evde. İyi mi değil mi diye vurmak ve çıkan sesi bilmiş bilmiş dinlemek Duru’nun işiydi. Canı karpuz çekmiş. Aylardan ocak. İki ay daha yaşasa altı yaşına basacak. Ama olmadı. Kış günü karpuz istemiş canı. Babası düştü yollara, ben soğuk bekleme salonunda hiçbir şey anlamadığım bir sohbetteydim, gözüm saatimde. Gecenin bir yarısı karpuz bulunur muydu, doktorlar yedirir miydi bulunsa bile… Aklımda sorular ama cevabı da içimde. Her şeye izin veriyordu artık doktorlar. Ve bu göründüğü kadar iyi bir şey değildi.
Sözcükleri zor seçiliyordu Duru’nun. Dudağının kenarında dudaklarından da büyük yaralar, sesi Sur’un sesine gizlenmiş gibi can yakıcı. Acaba karpuz değil de başka bir şey mi istemişti…. Yiyemedi. Gitti Duru.
Tanrı’nın cennetinde meyve ağaçları dallarını sarkıtıyor olmalı yerlere kadar. Duru gibi çocuklar, öldükleri yaşta kalırlar. Boyları kısa, elleri küçük, rahat uzanıp da alsınlar. Duru, içimizde mevsimsiz bir meyve gibi kaldı, canımız çektikçe uzaklaşan bizden. Belli belirsiz tadı bize hep sonsuz gelen.
Bir daha eskisi gibi olamadık sonra. Hiç dokunmadık birbirimize. İki kardeş gibi sarıldık, iki arkadaş gibi darıldık, iki çocuk gibi ağladık, hep iki kaldık. Bir daha hiç bir olmadık.
Her Ocak’ın 5’inde uzakta bir yerde yeni bir yaş aldı Duru. Ve biz özene bezene kurduğumuz hayattan her yıl biraz daha uzak kaldık. Doymak için yedik, unutmak için çalıştık, hatırlamak için deştik. Hiçbir şeyden zevk almadık.
Akıl verenimiz çok oldu, yol gösterenimiz, yön değiştirenimiz. Sevdiklerimizi kaybettik ama anladık ki biz o ocaktan sonra kimseyi layığıyla sevmedik. Unuttuk hepsini, döndük ibadethanemize. Defnettikten sonra ardını merak ettiğimiz kimse olmadı, döndük Duru’nun neşeyle oynadığı o renkli döşemeye.
İki iyi insanın birleştirdiği hayat, ağır bir yük olarak kaldı bize. Taşıyamaz olduk. Duru’yu unutmak ihanet olurdu ama kendimizi unutmanın da bir sonu yoktu. Unut unut bitmiyorduk. Duru’yla yitip gitmiyorduk.
Yatağımızı ayırmadık hiç. Ama dokunmadık da birbirimize. İki iyi insan olarak beraberce tuttuk yasımızı ve sabırla doldurur olduk yaşımızı. Duru’dan bize, birbirimize verdiğimiz değer kalmıştı, bir de anne baba olmanın dayanılmaz sancısı. Bir kere anne olunca bir daha bırakamıyordun anne olmayı, hayat bana bunu uygulamalı olarak anlatmıştı.
Duru onuncu yaşını da görmedi. Biz kestik pastasını, mumlarını üfledik. Dualar ettik gittiği yerde huzurlu olması için ve Tanrı’nın çocukları bağrında büyüteceğine güvendik.
Duru on beşinci yaşını da görmedi. Biz yine kestik pastasını, mumlarını üfledik. Yaşasaydı ilk aşkını yaşayacaktı dedik, gizlemeye çalıştığı heyecanları, okumak istediği kitapları olacaktı. Yaşasaydı serçe parmağındaki yamukluğu dert edecekti şimdi. Biz de bu kusurun onda nasıl ilahi bir nişan gibi durduğunu anlatacaktık.
Duru on sekizinci yaşını da görmedi. Biz yine… Hayatta olsaydı görmek istediği ülkeler, öpmek istediği bir sevgili, bıkacağı ama yine de seveceği bir annesi bir babası olacaktı. Sana güveniyoruz ama çevreye güvenmiyoruz diyecektik ona. Alaycı gülecekti.
Dünyanın en basit mantığı üzerine dünyaya geldiğini anlatacaktık ona. Aslında her şeyin ama her şeyin yalnızca ona sahip olmak için olduğunu. O gidince zamanın pili bitmiş bir saat gibi nasıl da durduğunu…. Görüyor mudur bir yerlerde…
Babasının takım arkadaşım olduğunu ve dünyanın artık, onun acısını göğüslememiz üzerine kurulu bir oyun olduğunu fark etmiş midir… Nasıl da kötü gittiğimizi ama serçe parmağının hatrına oyunda kaldığımızı ya da… Tanrı’nın bizi onunla sınadığını ve başından beri kusursuz sandığımız her şeyin gerçekten kusursuz olduğunu mesela? Onun acısının bile kusursuz olduğunu…
Şimdi dünyanın en büyük kararını vermiş gibiyiz, iki basit insan. Gittiğin yerde kötü hissetme diye kendini ve dar gelmesin diye sana annenle babanın dünyası, barışıyoruz bugün hayalinle. Sana bir kardeş veriyoruz. Birbirimizi aziz hatıranın önünde yeniden ve en baştan seviyoruz. O rahmime düştüğünde, sen de sanki bir cemre gibi düşeceksin toprağımıza, baharı müjdeleyeceksin yeniden, bekliyoruz. Rahat uyu dünyalar güzelim, sen bize hayatı zehretmedin. Devam ediyoruz ve bekliyoruz senin devamını, bir parçan düşecek evimize, kardeşinle. Bir kardeşin olacak Duru’m… Adı en sevdiğin bebeğinin adı : bizim kadar basit ve senin kadar sade: Ayşe… Her şey yolunda, her şey senin yolunda…
O kusursuz planından ve o kusursuz serçe parmağından öpüyorum kızım. Bizi güzellikle bekle.
Serçe Parmak
Evliliğimiz, dünyanın en basit mantığı üzerine kuruldu. İki iyi niyetli insanın hayatlarını birleştirmesinin huzur getireceği ve aileyi çocuklarla genişletmenin bunu taçlandıracağı inancı üzerine. Çocuklar olmasa bile mutlaka bir kız çocuğu. Sevgi, saygı ve mantık üçlemesinin, güzel bir bileşimi olacaktı evliliğimiz ve bununla övünecekti çocuğumuz büyüyünce. Evliliğimiz hiçbir şeyi zorlamadan ve her şeyi gerektiği kadar bulunduracaktı içinde. Ilımlıydık. Sıcak ama mesafeli, çalışkan ama dingin, planlı ama sıkıcı olmayan insanlardık, herkesin sahip olabileceği ama detaylarda ve ‘daha’larda boğulduğu için sahip olamadığı bir hayattı bizimki.
Evlilik hazırlıkları aşamasında bir kez bile gönül kırıklığı yaşatmamıştık birbirimize, kötü bir hatıra atmamıştık içimize. Yorganımıza göre uzattığımız ayağımız, sıcak yatağımızda birbirine dolanıvermişti. Heyecandan kalbimiz yerinden çıkacak falan değildi ama gözümüz başka bir yöne de kaymamıştı hiç. Değerli bir insanla değerli bir hayat geçirilebilirdi ancak ve biz birbirimize değer verdik.
Mesai saatlerimizin sonunda evimize koştuk, film izledik, ütü yaptık, uyukladık sarmaş dolaş. Seviştik canımız çekince. Filmlerdeki kadar ateşli değil belki ama birbirimizi kendimizden az düşünmedik. Koca bir aile olmuştuk, ikişer anne, ikişer baba. Bir araya gelinen büyük Pazar kahvaltıları, yazları deniz kenarında tavla partileri ve kahve seansları kırk yıl hatırlı. Her şey hayalimizdeki gibiydi. Ölçülü bir yaşam ve ölçüsü kaçmayan insanlar cenneti.
Kızımız doğdu sonra; Duru. Adı gibi yaşasın diye dualar ettiğimiz sağ el serçe parmağı yamuk, gerisi safi şahane, küçük güzel kızımız. Nazarı olsun dedik, güzel ömrünün. Bu kadarla kalsın dedik.
Her yaş gününde kocaman bir ailede onlarca öpücük kondu yanağına ama beşinci yaş gününde yalnızdı soğuk bir hastane odasında, yapayalnızdı. Lösemi teşhisi konmuş ve ilik arayışına başlanmıştı. Koca ailesi uygun ilik verememiştik yavrumuza. Ben hızla kilo kaybediyordum, babası ise umut. Annelerin umudu daha geç ölürmüş ama can çekiyordu benimki de, hissediyordum. Duru, düşündüğümüzden güçlü çıkmıştı. Enfeksiyonlar ise düşündüğümüzden hevesli. Bu yaşta bir çocuğun boğuşmak zorunda kaldığı güçlükler, bizi çaresizliğin avcunda oyuncak ediyordu. Kemoterapi acı çekmesinden başka bir şeye yaramamıştı çünkü vücudundaki tüm değerler gözlenebilir biçimde hızlı düşüyordu. Doğduğu ana geri dönecek gibiydi, bir avuç kalmıştı güzel yüzü. Bacakları camdan sopalar, kırılsa içimi darmadağın edecek. Her şey denendi, her acı deneyimlendi. Ve altıncı. yaş gününde dünyada değildi Duru. Bize bitimsiz bir yas bırakarak gitti. Kızımız gitti ve dünya pul oldu gözümüzde.
Kusursuz hayatımız, küçük kızımızın peşinden eriyip gitti. Odası, bir ibadethane gibi dokunulmazdı artık bizim için. Her gece saatlerce oturduğumuz döşemelerinde ve her sabah ezanına kalbimizdeki kötü huylu urla uyandığımız. Ölecek gibi oluyor ama ölmüyorduk. Yaşayacak gibi de olmuyorduk hiç.
Duru’yu son görüşümüzde karpuz istemiş babasından. Karpuz almak önemli bir işti bizim evde. İyi mi değil mi diye vurmak ve çıkan sesi bilmiş bilmiş dinlemek Duru’nun işiydi. Canı karpuz çekmiş. Aylardan ocak. İki ay daha yaşasa altı yaşına basacak. Ama olmadı. Kış günü karpuz istemiş canı. Babası düştü yollara, ben soğuk bekleme salonunda hiçbir şey anlamadığım bir sohbetteydim, gözüm saatimde. Gecenin bir yarısı karpuz bulunur muydu, doktorlar yedirir miydi bulunsa bile… Aklımda sorular ama cevabı da içimde. Her şeye izin veriyordu artık doktorlar. Ve bu göründüğü kadar iyi bir şey değildi.
Sözcükleri zor seçiliyordu Duru’nun. Dudağının kenarında dudaklarından da büyük yaralar, sesi Sur’un sesine gizlenmiş gibi can yakıcı. Acaba karpuz değil de başka bir şey mi istemişti…. Yiyemedi. Gitti Duru.
Tanrı’nın cennetinde meyve ağaçları dallarını sarkıtıyor olmalı yerlere kadar. Duru gibi çocuklar, öldükleri yaşta kalırlar. Boyları kısa, elleri küçük, rahat uzanıp da alsınlar. Duru, içimizde mevsimsiz bir meyve gibi kaldı, canımız çektikçe uzaklaşan bizden. Belli belirsiz tadı bize hep sonsuz gelen.
Bir daha eskisi gibi olamadık sonra. Hiç dokunmadık birbirimize. İki kardeş gibi sarıldık, iki arkadaş gibi darıldık, iki çocuk gibi ağladık, hep iki kaldık. Bir daha hiç bir olmadık.
Her Ocak’ın 5’inde uzakta bir yerde yeni bir yaş aldı Duru. Ve biz özene bezene kurduğumuz hayattan her yıl biraz daha uzak kaldık. Doymak için yedik, unutmak için çalıştık, hatırlamak için deştik. Hiçbir şeyden zevk almadık.
Akıl verenimiz çok oldu, yol gösterenimiz, yön değiştirenimiz. Sevdiklerimizi kaybettik ama anladık ki biz o ocaktan sonra kimseyi layığıyla sevmedik. Unuttuk hepsini, döndük ibadethanemize. Defnettikten sonra ardını merak ettiğimiz kimse olmadı, döndük Duru’nun neşeyle oynadığı o renkli döşemeye.
İki iyi insanın birleştirdiği hayat, ağır bir yük olarak kaldı bize. Taşıyamaz olduk. Duru’yu unutmak ihanet olurdu ama kendimizi unutmanın da bir sonu yoktu. Unut unut bitmiyorduk. Duru’yla yitip gitmiyorduk.
Yatağımızı ayırmadık hiç. Ama dokunmadık da birbirimize. İki iyi insan olarak beraberce tuttuk yasımızı ve sabırla doldurur olduk yaşımızı. Duru’dan bize, birbirimize verdiğimiz değer kalmıştı, bir de anne baba olmanın dayanılmaz sancısı. Bir kere anne olunca bir daha bırakamıyordun anne olmayı, hayat bana bunu uygulamalı olarak anlatmıştı.
Duru onuncu yaşını da görmedi. Biz kestik pastasını, mumlarını üfledik. Dualar ettik gittiği yerde huzurlu olması için ve Tanrı’nın çocukları bağrında büyüteceğine güvendik.
Duru on beşinci yaşını da görmedi. Biz yine kestik pastasını, mumlarını üfledik. Yaşasaydı ilk aşkını yaşayacaktı dedik, gizlemeye çalıştığı heyecanları, okumak istediği kitapları olacaktı. Yaşasaydı serçe parmağındaki yamukluğu dert edecekti şimdi. Biz de bu kusurun onda nasıl ilahi bir nişan gibi durduğunu anlatacaktık.
Duru on sekizinci yaşını da görmedi. Biz yine… Hayatta olsaydı görmek istediği ülkeler, öpmek istediği bir sevgili, bıkacağı ama yine de seveceği bir annesi bir babası olacaktı. Sana güveniyoruz ama çevreye güvenmiyoruz diyecektik ona. Alaycı gülecekti.
Dünyanın en basit mantığı üzerine dünyaya geldiğini anlatacaktık ona. Aslında her şeyin ama her şeyin yalnızca ona sahip olmak için olduğunu. O gidince zamanın pili bitmiş bir saat gibi nasıl da durduğunu…. Görüyor mudur bir yerlerde…
Babasının takım arkadaşım olduğunu ve dünyanın artık, onun acısını göğüslememiz üzerine kurulu bir oyun olduğunu fark etmiş midir… Nasıl da kötü gittiğimizi ama serçe parmağının hatrına oyunda kaldığımızı ya da… Tanrı’nın bizi onunla sınadığını ve başından beri kusursuz sandığımız her şeyin gerçekten kusursuz olduğunu mesela? Onun acısının bile kusursuz olduğunu…
Şimdi dünyanın en büyük kararını vermiş gibiyiz, iki basit insan. Gittiğin yerde kötü hissetme diye kendini ve dar gelmesin diye sana annenle babanın dünyası, barışıyoruz bugün hayalinle. Sana bir kardeş veriyoruz. Birbirimizi aziz hatıranın önünde yeniden ve en baştan seviyoruz. O rahmime düştüğünde, sen de sanki bir cemre gibi düşeceksin toprağımıza, baharı müjdeleyeceksin yeniden, bekliyoruz. Rahat uyu dünyalar güzelim, sen bize hayatı zehretmedin. Devam ediyoruz ve bekliyoruz senin devamını, bir parçan düşecek evimize, kardeşinle. Bir kardeşin olacak Duru’m… Adı en sevdiğin bebeğinin adı : bizim kadar basit ve senin kadar sade: Ayşe… Her şey yolunda, her şey senin yolunda…
O kusursuz planından ve o kusursuz serçe parmağından öpüyorum kızım. Bizi güzellikle bekle.