Ben İrem’i kendi düğününde gördüm ilk defa. Biraz da tesadüfen katıldığımız düğünde peri kızı gibi bir gelindi. 2 yıl sonra kliniğime geldiğinde gözümün bir yerden ısırdığını düşündüm ama o kadarla kaldım. Çok yorgun olduğum -insanım ya- günün çabucak bitmesini beklediğim bir gündü. Asistanım, hastanın gizlilik konusunda endişeli olduğunu ve telefonda bu konuda çok soru sorduğunu notlarıma eklemişti. Tedirginliğinin nedeni nasıl olsa çıkardı ortaya, üstelemenin lüzumu yoktu.
Çok ama çok zayıf genç bir kadın girdi içeri. Avurtları çökmüştü. Giysilerinin altından açıkça görülen kemikleri, beni biraz üzdü. Anne olunca mı böyle olmuştum bilmem. Hani sağlıklı bir zayıflıkla sağlıksız bir zayıflığı ayırt edebilirsiniz ya, mutlu bir zayıflıkla mutsuz bir zayıflık da öyle galiba. Kederden eridiğini düşünüverdim galiba.
Eşini istemiyordu. Cinsel istek duymuyordu ve evlendiği günden bu yana kabus gibiydi günleri, geceleri. Birlikte oluyorlardı, yani bir vajinismus vakası değildi ancak ruhsal olarak onu mahveden birleşmelerdi bunlar. “Kocamın kokusu burnuma gelince sanki boynumu sıkıp sıkıp bırakıyorlarmış gibi bir his kaplıyor içimi” demişti. Tanıdıkların vesile olmasıyla tanışmışlar, kısa bir flörtün ardından nişanlanmış ve 6 aylık nişanlılığın sonunda da evlenmişlerdi. Kolay aşık olabilen hatta aşka inanan biri olmadığı için sevdiği, saygı duyduğu, iyi bir ailenin temiz oğluyla evlenmekte bir sakınca görmemişti. Sorunları yoktu, hatta eşi birlikte olma konusunda üstüne gitmiyor, anlayış gösteriyordu. Ancak bu yetersizdi. O, yeryüzünü eşiyle paylaşmak istemediğini düşünüyordu, tarifsiz hisler içindeydi. İçinde büyüyen düşmanlığın nedenini anlayamıyordu. İstemeden birlikte olduğu biriyle dost olması mümkün değildi. Her birleşmelerine hiç itiraz etmediği bir tecavüz gibi bakıyor ve tecavüzcü olduğundan habersiz tecavüzcüsünden nefret ediyordu.
Hiç de sağlıklı olmayan ve reçetesiz satılması yasak çok sayıda ilaç kullanmış ve onlarla sakinleşmeyi, daha doğrusu hissizleşmeyi denemişti. Yataktan hiç çıkmadan geçirdiği 42 günü vardı. Bütün ısrarlara rağmen bir doktorla görüşmeyi reddetmiş ve yalnız bırakılmak için yalvarmıştı. Bahar depresyonu demişlerdi evdekiler, sırayla girip çıkmışlardı odasına, her biri tanı koymaktan yana ümitli aile üyeleri. Sonunda şımarıkça bulup haline bırakmışlardı. O zaman da üstüne gelmemişti kocası, rahat etmesi için misafir odasını açtırmış ve orada kalmıştı. Yine nefret etmişti İrem. Neden böyle pasifti ki bu adam, insan kendisine bu saçmalıkları yaşatan bir kadını neden hala isterdi ki!
Başka herhangi bir kadının çok hoşuna gidebilecek onlarca davranış, tavır, söz, İrem’de nefret ateşini körüklemişti. Bilmiyordu nedenini ya da nedenler bir araya gelince anlamını yitirivermekteydi.
Yalvararak bakıyordu bana, ‘kurtar’ dese diyemiyor, düzelmekse istemiyordu. Başka bir seçenek istiyor ama içten içe de olmadığını biliyordu sanki.
Görüşmeye başlamamızın üzerinden 3 seans geçmişti ki onu psikoloğumuzun da seanslara gelmesine ikna ettim. Bunu kati bir biçimde reddediyordu. Bense durumun yalnızca cinsel isteksizlik olmadığının ayırdına daha ilk bakışta varmıştım. Konuştum, güvenini kazandım, çabaladım ve sonunda ihtiyacı olana sığındım. O istiyordu ki zamanı geri alsın, tanımadığı bir yabancıya varmasın. Olmuyordu, anlattık. Ama zamandan söz ettik ona, içinde bulunduğumuz zamanın ve önümüzdeki zamanın nasıl da önemli olduğundan, ne kadar uzun olduğundan. Eğer bu denli istemiyorsa vazgeçmenin de tıpkı başlamak gibi bir seçenek olduğundan. Direndi. Vazgeçmedi. Nefret kusarak söz ettiği adamı terk etmedi.
Öyle bir yere vardık ki, öyle anılar deştik ki derinden; İrem’in bu kanatsız kuşun, bu kapıdan her girdiğinde tüm gücünü portmantoya asıp koltuğa yığılan genç kadının, kendisini cezalandırdığını anladık. Mutsuzluğundan ne denli şikayetçiyse ona o denli sıkıca sarıldığının. Zevk almaktan, keyifli bir an yaşamaktan, huzur bulmaktan özellikle kaçındığının. Ama neden? Ne derin kuyu Allah’ım! Ve dibi göründü sonra.
Masmavi gökyüzünden karanlık kuyulara düşen bir kuşun sırrı aralandı. Kırık kanadını sarmanın yolu açıldı, sonunda açıldı. Uzun ve meşakkatli bir yoldu. Gizli kapaklı buluşmalar, bir sırrın etrafında uzunca susuşmalar… Kemikleri sayılan bir kuştu, kanatsızdı.
Çocukken öz dedesinin tacizine uğrayan ve bunun farkında olduğu halde hiç ses etmeyen günahkar bir kız çocuğunu cezalandırıyordu o. Bu iğrençlikten zevk almış olabileceğine inanıyordu. Öyle olmasa basiretinin bağlanmayacağına, korkmayacağına inanıyordu. Kendisini mutluluktan kaçarak cezalandırıyordu, reddediyordu huzurlu ve sıradan bir yaşamı. Hak ettiğine inanmıyordu. Kocasını seviyordu. Nefret ettiği kendiydi aslında.
Öyle zor oldu ki… Cinsel terapiyi işin son ve kolay kısmına koyup önce ruhunun onarımı için ekibimi seferber ettim. Aylarca kimsenin uğramadığı saatlerde, yığıldığı kanepede onun elini tuttum. Sayısız detay, sınırsız çaba…
Onu suçsuzluğuna, masumiyetine, sevgiyi, mutluluğu, yaşamayı nasıl hak ettiğine inandırmak zordu. Ve içimden dedim ki hep; dünyayı olduğu gibi mezarları da iyiler ve kötüler doldurur. Dünya adaleti için uğraştığımın şahididir ancak ilahi adalet için de Allah’a sığındım. Kucağımdaki kanatsız kuşa, O bilir nasıl yandım…
İrem, benim kanatları simden kızım… Dünyama tesadüflerle giren peri kızım. Sonunda hak ettiğin mutluluğun farkına vardın, sonunda kollarına bıraktın ve doyunca yaşadın. Ben hep yanındayım.
Kanatsız Kuşlar
Ben İrem’i kendi düğününde gördüm ilk defa. Biraz da tesadüfen katıldığımız düğünde peri kızı gibi bir gelindi. 2 yıl sonra kliniğime geldiğinde gözümün bir yerden ısırdığını düşündüm ama o kadarla kaldım. Çok yorgun olduğum -insanım ya- günün çabucak bitmesini beklediğim bir gündü. Asistanım, hastanın gizlilik konusunda endişeli olduğunu ve telefonda bu konuda çok soru sorduğunu notlarıma eklemişti. Tedirginliğinin nedeni nasıl olsa çıkardı ortaya, üstelemenin lüzumu yoktu.
Çok ama çok zayıf genç bir kadın girdi içeri. Avurtları çökmüştü. Giysilerinin altından açıkça görülen kemikleri, beni biraz üzdü. Anne olunca mı böyle olmuştum bilmem. Hani sağlıklı bir zayıflıkla sağlıksız bir zayıflığı ayırt edebilirsiniz ya, mutlu bir zayıflıkla mutsuz bir zayıflık da öyle galiba. Kederden eridiğini düşünüverdim galiba.
Eşini istemiyordu. Cinsel istek duymuyordu ve evlendiği günden bu yana kabus gibiydi günleri, geceleri. Birlikte oluyorlardı, yani bir vajinismus vakası değildi ancak ruhsal olarak onu mahveden birleşmelerdi bunlar. “Kocamın kokusu burnuma gelince sanki boynumu sıkıp sıkıp bırakıyorlarmış gibi bir his kaplıyor içimi” demişti. Tanıdıkların vesile olmasıyla tanışmışlar, kısa bir flörtün ardından nişanlanmış ve 6 aylık nişanlılığın sonunda da evlenmişlerdi. Kolay aşık olabilen hatta aşka inanan biri olmadığı için sevdiği, saygı duyduğu, iyi bir ailenin temiz oğluyla evlenmekte bir sakınca görmemişti. Sorunları yoktu, hatta eşi birlikte olma konusunda üstüne gitmiyor, anlayış gösteriyordu. Ancak bu yetersizdi. O, yeryüzünü eşiyle paylaşmak istemediğini düşünüyordu, tarifsiz hisler içindeydi. İçinde büyüyen düşmanlığın nedenini anlayamıyordu. İstemeden birlikte olduğu biriyle dost olması mümkün değildi. Her birleşmelerine hiç itiraz etmediği bir tecavüz gibi bakıyor ve tecavüzcü olduğundan habersiz tecavüzcüsünden nefret ediyordu.
Hiç de sağlıklı olmayan ve reçetesiz satılması yasak çok sayıda ilaç kullanmış ve onlarla sakinleşmeyi, daha doğrusu hissizleşmeyi denemişti. Yataktan hiç çıkmadan geçirdiği 42 günü vardı. Bütün ısrarlara rağmen bir doktorla görüşmeyi reddetmiş ve yalnız bırakılmak için yalvarmıştı. Bahar depresyonu demişlerdi evdekiler, sırayla girip çıkmışlardı odasına, her biri tanı koymaktan yana ümitli aile üyeleri. Sonunda şımarıkça bulup haline bırakmışlardı. O zaman da üstüne gelmemişti kocası, rahat etmesi için misafir odasını açtırmış ve orada kalmıştı. Yine nefret etmişti İrem. Neden böyle pasifti ki bu adam, insan kendisine bu saçmalıkları yaşatan bir kadını neden hala isterdi ki!
Başka herhangi bir kadının çok hoşuna gidebilecek onlarca davranış, tavır, söz, İrem’de nefret ateşini körüklemişti. Bilmiyordu nedenini ya da nedenler bir araya gelince anlamını yitirivermekteydi.
Yalvararak bakıyordu bana, ‘kurtar’ dese diyemiyor, düzelmekse istemiyordu. Başka bir seçenek istiyor ama içten içe de olmadığını biliyordu sanki.
Görüşmeye başlamamızın üzerinden 3 seans geçmişti ki onu psikoloğumuzun da seanslara gelmesine ikna ettim. Bunu kati bir biçimde reddediyordu. Bense durumun yalnızca cinsel isteksizlik olmadığının ayırdına daha ilk bakışta varmıştım. Konuştum, güvenini kazandım, çabaladım ve sonunda ihtiyacı olana sığındım. O istiyordu ki zamanı geri alsın, tanımadığı bir yabancıya varmasın. Olmuyordu, anlattık. Ama zamandan söz ettik ona, içinde bulunduğumuz zamanın ve önümüzdeki zamanın nasıl da önemli olduğundan, ne kadar uzun olduğundan. Eğer bu denli istemiyorsa vazgeçmenin de tıpkı başlamak gibi bir seçenek olduğundan. Direndi. Vazgeçmedi. Nefret kusarak söz ettiği adamı terk etmedi.
Öyle bir yere vardık ki, öyle anılar deştik ki derinden; İrem’in bu kanatsız kuşun, bu kapıdan her girdiğinde tüm gücünü portmantoya asıp koltuğa yığılan genç kadının, kendisini cezalandırdığını anladık. Mutsuzluğundan ne denli şikayetçiyse ona o denli sıkıca sarıldığının. Zevk almaktan, keyifli bir an yaşamaktan, huzur bulmaktan özellikle kaçındığının. Ama neden? Ne derin kuyu Allah’ım! Ve dibi göründü sonra.
Masmavi gökyüzünden karanlık kuyulara düşen bir kuşun sırrı aralandı. Kırık kanadını sarmanın yolu açıldı, sonunda açıldı. Uzun ve meşakkatli bir yoldu. Gizli kapaklı buluşmalar, bir sırrın etrafında uzunca susuşmalar… Kemikleri sayılan bir kuştu, kanatsızdı.
Çocukken öz dedesinin tacizine uğrayan ve bunun farkında olduğu halde hiç ses etmeyen günahkar bir kız çocuğunu cezalandırıyordu o. Bu iğrençlikten zevk almış olabileceğine inanıyordu. Öyle olmasa basiretinin bağlanmayacağına, korkmayacağına inanıyordu. Kendisini mutluluktan kaçarak cezalandırıyordu, reddediyordu huzurlu ve sıradan bir yaşamı. Hak ettiğine inanmıyordu. Kocasını seviyordu. Nefret ettiği kendiydi aslında.
Öyle zor oldu ki… Cinsel terapiyi işin son ve kolay kısmına koyup önce ruhunun onarımı için ekibimi seferber ettim. Aylarca kimsenin uğramadığı saatlerde, yığıldığı kanepede onun elini tuttum. Sayısız detay, sınırsız çaba…
Onu suçsuzluğuna, masumiyetine, sevgiyi, mutluluğu, yaşamayı nasıl hak ettiğine inandırmak zordu. Ve içimden dedim ki hep; dünyayı olduğu gibi mezarları da iyiler ve kötüler doldurur. Dünya adaleti için uğraştığımın şahididir ancak ilahi adalet için de Allah’a sığındım. Kucağımdaki kanatsız kuşa, O bilir nasıl yandım…
İrem, benim kanatları simden kızım… Dünyama tesadüflerle giren peri kızım. Sonunda hak ettiğin mutluluğun farkına vardın, sonunda kollarına bıraktın ve doyunca yaşadın. Ben hep yanındayım.