Ne diyor şair; ‘yılların telaşlarda nasıl da hızlı geçtiğini….
Harcanmış ömürler içimi acıtıyor. Bir hiç uğruna, onu ‘her şey’ zannederek harcanmış ömürler… kimin hiçi kimin her şeyi derseniz bu da apayrı bir söyleşinin konusu ya, yine de herkese göre ve her şartta harcanmış olanları var, bilirsiniz.
Kırşehir’de vazifem yıllarında tanıştığım stajyer bir hemşireydi Zuhal. Uzun boylu, çok güzel olmayan ama ne yaparsa yapsın güzel görünen kadınlardan. Ortak arkadaşlarımız sayesinde birkaç defa kahve içmiştik. Yıllar sonra Ankara’da havaalanında karşılaştığımızda tanımadım. Gözleri tanıdık geldi ama çıkaramadım. Yanıma geldi ‘Gökçen Hocam?’ dedi ve kararsız bakışlarıma ‘ben Zuhal Hemşire, Kırşehir’den, Sema’nın ev arkadaşı’ diye karşılık verdi. Yabancı memlekette Türk görmüş gibi sevindim. Uçaklarımızı beklerken birer kahve içmeye karar verdik. Eski bir güzelliğin yeniden hayat bulması gibi. İnsan böyle karşılaşmalarda zamanın nasıl da akıp geçtiğini düşünüyor.
Zuhal’i tanımadım çünkü gerçekten çok değişmişti. O sakin naif sade kız gitmiş yerine gösterişli belki de gereğinden fazla gösterişli bir kadın gelmişti. Küçük kız çocukları gibi her şeyi bir arada giyinmiş sürüp sürüştürmüş gibi görünen Zuhal, gözle görülür bir zenginliğe de ulaşmıştı, belli.
Neler yaptığımızdan bahsettik, doktorluğa devam ettiğimi duyunca şaşırdı. 6 yıl dirsek çürüttükten sonra her an başka bir şey olmaya karar verecekmişim gibi. Cinsel terapist olarak da hizmet verdiğimi, kliniğimi anlattım. Beni tvde de gördüğünden söz etti. O, başka yönde kararlar vermişti. Benim Ankara’ya gelişimden sonra 1.5 sene kadar daha hemşirelik yapmış, daha sonra mesleğini bırakmış. Bir ayağı Ankara’da bir ayağı Fethiye’deymiş artık. Kocası müteahhitmiş, o nerede olursa Zuhal de orada oluyormuş. Havaalanında daha önce karşılaşmadık diye üzüldü. Ben de onu görünce sevinmiştim elbet, ama onun sevinci bana biraz fazla ve biraz da çaresizliktenmiş gibi gelmişti.
Fethiye’ye uçuyordu, zaman kısıtlıydı ancak telefon alışverişi yaptık ve sözleştik. Önümüzdeki hafta Ankara’da yemek yiyecektik. Derken akıp gittiğinden söz ettiğimiz zaman geçti ve Zuhal’la yemek için buluştuk. Leopar desenli elbisesi, ince topuklu taşlı çizmeleri, kısa kürkü ve bin dolarlarla ölçülen çantasıyla masadak yerini almıştı. Zuhal’in alışveriş alışkanlıklarını sorgulamak değil de bunların içinde mutlu olup olmadığını sorgulamak isteği hasıl olmuştu bende.
Biraz hoşbeşten sonra direkt olarak seansa gelmek istediğini söyledi. Mutsuzluğunu görmüştüm, şen kahkahaları mekandaki herkesin dikkatini cezp ederken kaçtığı şey, kendiydi.
Ve sözcükler dökülüverdi Zuhal’in ağzından. Yıllarca oradan çıkmayı beklemiş gibi. Henüz 23 yaşındayken tanıştığı ve hala hayatını paylaştığı adam aslında kocası değildi. Başkasının kocasıydı çünkü. Evi ne Ankara’da ne Fethiye’deydi. İstanbul’daydı adamın ailesi, hayatı. Yeri yurdu belli, varlığı ortada bir adam ve onun ortaya çıkmasın diye Ankara-Fethiye arasında sürgünde tuttuğu aşık bir kadın. ‘Başlangıçta evli olduğunu bilmiyordum, 7 ay sonra öğrendim. Hamile olduğumu söylediğimde benim zaten 3 çocuğum var, aldır’ deyip para bıraktığında öğrendim’ dedi Zuhal. Yozgat’ta yaşayan ailesini bir daha hiç görmemiş. Ondan vazgeçsinler diye arayıp evli bir adamla birlikte olduğunu, ondan vazgeçmeyeceğini söylemiş. ‘Aslında vazgeçecektim, sadece çok utanmıştım, yüzlerine bakmak zorunda kalmamak için öyle söyledim ama sonra vazgeçemedim’ dedi Zuhal.
Evli erkeklerle birlikte yaşayan ve bu durumu kabullenen kadınların önemli bir kısmı önce gurur yaptıklarını, adamın parasını istemediklerini ama sonra her ne oluyorsa sahip olduğu tüm maddi varlığı kendilerininmiş gibi harcamak, sefasını sürmek istediklerini anlatırlar. Bunun adı hırstır, öfkedir, hem o adama ama daha çok kendilerine ve mecbur kaldıkları bu yaşama dair hırslarını böyle yenmeyi seçerler. Adamın haftasının 5 gününü karısı alıyorken 2 gününü ancak alabilen sevgilisi, adamın zamanını ve günlük yaşantısını alamıyor ona ortak olamıyorsa bunun acısını çıkaracak ölçüde imkanlarını almaya çalışır. İstemeden yapar kimi zaman.
Zuhal de öyle yapıyordu. Her yıl ev değiştirdiğinden, 6 ayda bir arabasını yenilediğinden, alışveriş için Amerika’ya gittiğinden söz ediyordu, yalnızca söz etmek için ediyordu bunlardan.
Karısının senden haberi var mı diye sorduğumda ‘hayır, haberi olursa belki boşanır gider evleniriz ama eğer kadın affederse de Sait beni beş parasız kapının önüne koyar’ diyerek anlattı yaptığı muhasebeyi.
Benim asıl ilgilendiğim vicdan muhasebesiydi, kendine duyduğu saygıyla sınavıydı, içindeki kasırgaydı anlamak istediğim. Önceden çok iyi anlaşıyorduk ama şimdi çok fazla ve şiddetli kavgalar ediyoruz dediğinde sonraki cümleyi tahmin etmiştim. ‘Ama çok daha ateşli sevişiyoruz. Benden vazgeçmez’.
Günlerce aylarca bunu konuşabileceğimizi ama asıl meselenin bu ilişkiye devam etmek isteyip istemediği olduğunu söyledim. Bilmiyordu. Bana danışan olarak gelmek istediğini söyledi, kendisini tamamen açmak ve kendisini anlamak istiyorsa başlayabileceğimizi söyledim. İkiletmedi, başladık.
8 yıl ve 3 kürtajla geldi bana. Geride bırakılmış taptaze yaşlarla. Kaybedilmiş bir aile ama tutkulu bir aşkla. Yatakta ne isterse yapan ve ona tapan bir adam, ayakta başkasına ait ve kendisine tapan bir adam. Açık çekler, sonsuz imkan ama ne yapacağını bilemeyen yalnız bir kadın.
Sevişmelerde çiftleşen, zevk sigarasından sonra başkalaşan insanlar… Uzun yıllar, kaybedilmiş bir meslek, alınmış marka kıyafetler, son model arabalar, akıllı ama duygusuz evler… Ve bunlara sahip olurken kendini, hayallerini kaybettiğinin farkında olmayan, her şey yolundaymış gibi davranmak için çabalarken daha da göze batan bir kadın.
Her gelişinde hoş ve pahalı hediyeler getiren Zuhal, belli ki hem sahip olduklarını paylaşma arzusundaydı hem de insanlara kendini sevdirmenin kendince bir yolunu bulmuştu.
Yavaşça açıldı. Hiç dert etmediğini, beğenmediğini, acıdığını söylediği kadın, sevdiği adamın karısı aslında onun için çok yükseklerdeydi. Falcıları büyücüleri gezmiş, gizlice gidip evlerini uzaktan izlemiş, kadına sessiz telefonlar etmiş, yıllarca gizlice hırsından ve üzüntüsünden ağlamış, yine de kendisine verilenden başka bir şeye sahip olamamıştı. Seçememişti, verilene razı olmuştu, mecburdu. Söz sahibi olduğu yer yataktı. Sonsuz fanteziler içinde geçen geceler, tek silahıydı. İlk erkeğine tabiydi ve övünebileceği tek şey buydu, o buna inanmıştı.
Korunmayı gizlice bırakmış, bir umut hamile kalmış ama sevdiği adamı kendisinden çocuk sahibi olmaya ikna edememişti. İşin kötüsü adam hiç kırmamıştı onu. Hiç şiddet uygulamamıştı, hiç hakaret etmemişti, her şeyi neden olur neden olmaz diye ince ince anlatmıştı, her kavgada gönlünü almıştı, gönlünü fazla fazla almıştı. Ve ona sahip olabilecekleriyle, sınırlarıyla ilgili daima dürüst olmuştu.
Kadının en büyük hırsı buydu işte, evli olduğunu açıkladığı andan itibaren adam hep dürüst olmuştu. Öyle bir adamı tutup sarsamıyordu, hesap soramıyordu. İnciniyordu, dile bile getiremeden inciniyordu.
Müthiş bir şefkat ve dahası şehvetle seviliyor, şımartılıyor, yatakta köleleşiyor ve köleleştiriyor, her isteği yerine getiriliyor ve bir dediği iki edilmiyordu.
İkinci kadının en büyük isteği isyan etmek olur. İsyan etmek için açmak istediği bütün kapılar en başında kapanıyordu. İçine atan, dert sahibi olan, kendiyle savaşan, yalnızlaşan, ağırlaşan çaresiz bir kadın.
Vazgeçmek istiyordu. Hala istiyor. Zuhal,yıllarının karşılığı olarak kendini adına alınmış 3 ev ve bir arabayla güvence altına alıp yoluna gitmek istiyor. Cinsel bağlılığını yenmek istiyor. Duygusal bağlılığını yenmek istiyor. Birinin birinci kadını, tek tercihi olmayı tatmak istiyor.
Ruhunu onarıyoruz şimdi. Koca bir ekip onun yaralarını sarıyor, başka bir hayatın mümkün olduğuna inanmasını sağlıyoruz. Gerçekten mutlu olsaydı dokunmazdık belki, kanatacak yaraları olmasaydı dokunmamızı istemezdi o da. Dokunduk, kanadı. Şimdi yıllarının böyle beyhude bir telaşla nasıl geçtiğine uzaktan bakmak istiyor. Sabırla yürüyoruz.
Harcanan Ömürlere
Ne diyor şair; ‘yılların telaşlarda nasıl da hızlı geçtiğini….
Harcanmış ömürler içimi acıtıyor. Bir hiç uğruna, onu ‘her şey’ zannederek harcanmış ömürler… kimin hiçi kimin her şeyi derseniz bu da apayrı bir söyleşinin konusu ya, yine de herkese göre ve her şartta harcanmış olanları var, bilirsiniz.
Kırşehir’de vazifem yıllarında tanıştığım stajyer bir hemşireydi Zuhal. Uzun boylu, çok güzel olmayan ama ne yaparsa yapsın güzel görünen kadınlardan. Ortak arkadaşlarımız sayesinde birkaç defa kahve içmiştik. Yıllar sonra Ankara’da havaalanında karşılaştığımızda tanımadım. Gözleri tanıdık geldi ama çıkaramadım. Yanıma geldi ‘Gökçen Hocam?’ dedi ve kararsız bakışlarıma ‘ben Zuhal Hemşire, Kırşehir’den, Sema’nın ev arkadaşı’ diye karşılık verdi. Yabancı memlekette Türk görmüş gibi sevindim. Uçaklarımızı beklerken birer kahve içmeye karar verdik. Eski bir güzelliğin yeniden hayat bulması gibi. İnsan böyle karşılaşmalarda zamanın nasıl da akıp geçtiğini düşünüyor.
Zuhal’i tanımadım çünkü gerçekten çok değişmişti. O sakin naif sade kız gitmiş yerine gösterişli belki de gereğinden fazla gösterişli bir kadın gelmişti. Küçük kız çocukları gibi her şeyi bir arada giyinmiş sürüp sürüştürmüş gibi görünen Zuhal, gözle görülür bir zenginliğe de ulaşmıştı, belli.
Neler yaptığımızdan bahsettik, doktorluğa devam ettiğimi duyunca şaşırdı. 6 yıl dirsek çürüttükten sonra her an başka bir şey olmaya karar verecekmişim gibi. Cinsel terapist olarak da hizmet verdiğimi, kliniğimi anlattım. Beni tvde de gördüğünden söz etti. O, başka yönde kararlar vermişti. Benim Ankara’ya gelişimden sonra 1.5 sene kadar daha hemşirelik yapmış, daha sonra mesleğini bırakmış. Bir ayağı Ankara’da bir ayağı Fethiye’deymiş artık. Kocası müteahhitmiş, o nerede olursa Zuhal de orada oluyormuş. Havaalanında daha önce karşılaşmadık diye üzüldü. Ben de onu görünce sevinmiştim elbet, ama onun sevinci bana biraz fazla ve biraz da çaresizliktenmiş gibi gelmişti.
Fethiye’ye uçuyordu, zaman kısıtlıydı ancak telefon alışverişi yaptık ve sözleştik. Önümüzdeki hafta Ankara’da yemek yiyecektik. Derken akıp gittiğinden söz ettiğimiz zaman geçti ve Zuhal’la yemek için buluştuk. Leopar desenli elbisesi, ince topuklu taşlı çizmeleri, kısa kürkü ve bin dolarlarla ölçülen çantasıyla masadak yerini almıştı. Zuhal’in alışveriş alışkanlıklarını sorgulamak değil de bunların içinde mutlu olup olmadığını sorgulamak isteği hasıl olmuştu bende.
Biraz hoşbeşten sonra direkt olarak seansa gelmek istediğini söyledi. Mutsuzluğunu görmüştüm, şen kahkahaları mekandaki herkesin dikkatini cezp ederken kaçtığı şey, kendiydi.
Ve sözcükler dökülüverdi Zuhal’in ağzından. Yıllarca oradan çıkmayı beklemiş gibi. Henüz 23 yaşındayken tanıştığı ve hala hayatını paylaştığı adam aslında kocası değildi. Başkasının kocasıydı çünkü. Evi ne Ankara’da ne Fethiye’deydi. İstanbul’daydı adamın ailesi, hayatı. Yeri yurdu belli, varlığı ortada bir adam ve onun ortaya çıkmasın diye Ankara-Fethiye arasında sürgünde tuttuğu aşık bir kadın. ‘Başlangıçta evli olduğunu bilmiyordum, 7 ay sonra öğrendim. Hamile olduğumu söylediğimde benim zaten 3 çocuğum var, aldır’ deyip para bıraktığında öğrendim’ dedi Zuhal. Yozgat’ta yaşayan ailesini bir daha hiç görmemiş. Ondan vazgeçsinler diye arayıp evli bir adamla birlikte olduğunu, ondan vazgeçmeyeceğini söylemiş. ‘Aslında vazgeçecektim, sadece çok utanmıştım, yüzlerine bakmak zorunda kalmamak için öyle söyledim ama sonra vazgeçemedim’ dedi Zuhal.
Evli erkeklerle birlikte yaşayan ve bu durumu kabullenen kadınların önemli bir kısmı önce gurur yaptıklarını, adamın parasını istemediklerini ama sonra her ne oluyorsa sahip olduğu tüm maddi varlığı kendilerininmiş gibi harcamak, sefasını sürmek istediklerini anlatırlar. Bunun adı hırstır, öfkedir, hem o adama ama daha çok kendilerine ve mecbur kaldıkları bu yaşama dair hırslarını böyle yenmeyi seçerler. Adamın haftasının 5 gününü karısı alıyorken 2 gününü ancak alabilen sevgilisi, adamın zamanını ve günlük yaşantısını alamıyor ona ortak olamıyorsa bunun acısını çıkaracak ölçüde imkanlarını almaya çalışır. İstemeden yapar kimi zaman.
Zuhal de öyle yapıyordu. Her yıl ev değiştirdiğinden, 6 ayda bir arabasını yenilediğinden, alışveriş için Amerika’ya gittiğinden söz ediyordu, yalnızca söz etmek için ediyordu bunlardan.
Karısının senden haberi var mı diye sorduğumda ‘hayır, haberi olursa belki boşanır gider evleniriz ama eğer kadın affederse de Sait beni beş parasız kapının önüne koyar’ diyerek anlattı yaptığı muhasebeyi.
Benim asıl ilgilendiğim vicdan muhasebesiydi, kendine duyduğu saygıyla sınavıydı, içindeki kasırgaydı anlamak istediğim. Önceden çok iyi anlaşıyorduk ama şimdi çok fazla ve şiddetli kavgalar ediyoruz dediğinde sonraki cümleyi tahmin etmiştim. ‘Ama çok daha ateşli sevişiyoruz. Benden vazgeçmez’.
Günlerce aylarca bunu konuşabileceğimizi ama asıl meselenin bu ilişkiye devam etmek isteyip istemediği olduğunu söyledim. Bilmiyordu. Bana danışan olarak gelmek istediğini söyledi, kendisini tamamen açmak ve kendisini anlamak istiyorsa başlayabileceğimizi söyledim. İkiletmedi, başladık.
8 yıl ve 3 kürtajla geldi bana. Geride bırakılmış taptaze yaşlarla. Kaybedilmiş bir aile ama tutkulu bir aşkla. Yatakta ne isterse yapan ve ona tapan bir adam, ayakta başkasına ait ve kendisine tapan bir adam. Açık çekler, sonsuz imkan ama ne yapacağını bilemeyen yalnız bir kadın.
Sevişmelerde çiftleşen, zevk sigarasından sonra başkalaşan insanlar… Uzun yıllar, kaybedilmiş bir meslek, alınmış marka kıyafetler, son model arabalar, akıllı ama duygusuz evler… Ve bunlara sahip olurken kendini, hayallerini kaybettiğinin farkında olmayan, her şey yolundaymış gibi davranmak için çabalarken daha da göze batan bir kadın.
Her gelişinde hoş ve pahalı hediyeler getiren Zuhal, belli ki hem sahip olduklarını paylaşma arzusundaydı hem de insanlara kendini sevdirmenin kendince bir yolunu bulmuştu.
Yavaşça açıldı. Hiç dert etmediğini, beğenmediğini, acıdığını söylediği kadın, sevdiği adamın karısı aslında onun için çok yükseklerdeydi. Falcıları büyücüleri gezmiş, gizlice gidip evlerini uzaktan izlemiş, kadına sessiz telefonlar etmiş, yıllarca gizlice hırsından ve üzüntüsünden ağlamış, yine de kendisine verilenden başka bir şeye sahip olamamıştı. Seçememişti, verilene razı olmuştu, mecburdu. Söz sahibi olduğu yer yataktı. Sonsuz fanteziler içinde geçen geceler, tek silahıydı. İlk erkeğine tabiydi ve övünebileceği tek şey buydu, o buna inanmıştı.
Korunmayı gizlice bırakmış, bir umut hamile kalmış ama sevdiği adamı kendisinden çocuk sahibi olmaya ikna edememişti. İşin kötüsü adam hiç kırmamıştı onu. Hiç şiddet uygulamamıştı, hiç hakaret etmemişti, her şeyi neden olur neden olmaz diye ince ince anlatmıştı, her kavgada gönlünü almıştı, gönlünü fazla fazla almıştı. Ve ona sahip olabilecekleriyle, sınırlarıyla ilgili daima dürüst olmuştu.
Kadının en büyük hırsı buydu işte, evli olduğunu açıkladığı andan itibaren adam hep dürüst olmuştu. Öyle bir adamı tutup sarsamıyordu, hesap soramıyordu. İnciniyordu, dile bile getiremeden inciniyordu.
Müthiş bir şefkat ve dahası şehvetle seviliyor, şımartılıyor, yatakta köleleşiyor ve köleleştiriyor, her isteği yerine getiriliyor ve bir dediği iki edilmiyordu.
İkinci kadının en büyük isteği isyan etmek olur. İsyan etmek için açmak istediği bütün kapılar en başında kapanıyordu. İçine atan, dert sahibi olan, kendiyle savaşan, yalnızlaşan, ağırlaşan çaresiz bir kadın.
Vazgeçmek istiyordu. Hala istiyor. Zuhal,yıllarının karşılığı olarak kendini adına alınmış 3 ev ve bir arabayla güvence altına alıp yoluna gitmek istiyor. Cinsel bağlılığını yenmek istiyor. Duygusal bağlılığını yenmek istiyor. Birinin birinci kadını, tek tercihi olmayı tatmak istiyor.
Ruhunu onarıyoruz şimdi. Koca bir ekip onun yaralarını sarıyor, başka bir hayatın mümkün olduğuna inanmasını sağlıyoruz. Gerçekten mutlu olsaydı dokunmazdık belki, kanatacak yaraları olmasaydı dokunmamızı istemezdi o da. Dokunduk, kanadı. Şimdi yıllarının böyle beyhude bir telaşla nasıl geçtiğine uzaktan bakmak istiyor. Sabırla yürüyoruz.