Yüzüme bağırdın ‘İğren kendinden!’ ve ‘Düş yakamdan!’ dedin. Düşmem!
Nefreti gördüm gözlerinde. Aşağıladın ve evet başardın, senden aşağıdayım. Sevilmediğimi bağırma yüzüme, tükürüklerin değmesin gözyaşıma, kirletmesin. Ben sevilmediğimi, sevmeyenden daha iyi bilirim. Yorma nefretimle kaynayan hücrelerini. Sen başkasını seversin, ben kimseyi. Senden vazgeçtim. Sevginden vazgeçtim, merhametinden ve vicdanından vazgeçtim. Sevme beni, daha da beklemem.
Evlilik, sevda yüklü bir bohçayla gelmemişti anneme. On dört yaşındaydı henüz ve bir adamın koynunda açmıştı baygın gözlerini. Evlenmek, çocuk bedenine yorucu gelmişti. Üzerinden indiği at, tanımadığı bir erkeğin terli bedeniyle çıkmıştı üstüne. Babamı bir gün bile sevmemişti ama ona sorsan sevmişti kendinden çok. Benim geldiğim yerde kadınlar sevmek nedir bilmemişti. Kocasını sahibi bellemişti annem. Babamın sıcak sıvısından bizleri meydana getirmişti. Karnı burnunda ve yorgun tarlada. Sıralamıştı bizi, sobanın yanına. Okuduğumuz kadar okumuş, yediğimiz kadar yemiş ve düşündüğümüz kadar düşünmüştük. Her şey akışındaydı. Küçük dünyaların büyük adamları azdı ve kadınlardan büyük adam olmamıştı hiç.
On sekizindeydim beni istediğinde. Sormamışlardı bana ama sorar gibi yapmışlardı yine de. Babamın amcasının oğlu şaşıydı, senin gözlerinse iri kahve. Kabul etmiştim seni, başım sallanıvermişti şaşı olmadığına şükrederek. Yanımda durman beni utandırmayacaktı ve kendimden az bulmayacaktım seni. Ablamın kocası gibi kokmuyordun da üstelik. Yanımda dağlar gibi sarıp da duracaktın. Ama birkaç adım önden yürüdün hep, yanımda durmadın. Belki de benim sıradan gözlerimden daha güzel gözleri vardı senin aklındaki kızın. Bilemem… Tek bildiğim az buldun beni kendine hep.
Üç çocuk verdim sana. Ben verdim de sen almadın. Ne bir okul toplantısı ne bir lunapark çığlığı düştü hayatına. Sen uzaktan besledin bizi hayvanat bahçesinde gezinir gibi ve gerektikçe fotoğraf çektirdin bu pek de sevmediğin türlerle. Yedirdin doyduk, konuştun duyduk, yolladın gittik, çağırdın geldik. Saygıda kusur, sevgide küsür yoktu, her şey net ve her şey azdı. Sevilmedik. Kendimce sevdim deme, işte o dünyanın en büyük yalanı.
Beni ışıklar açıkken sevmedin hiç. Kestiğin bir tırnak gibi attın beni köşeye işin bitince. Banyoda liflemedin sırtımı ve kustuğumda kendim temizledim ardımı. Sen hayatı benimle bölüşmedin ve bana göre ayarlamadın zamanı. Beni hayal etmedin. Bir gün batımı, bir yakamoz, bir film ya da bir şarkı. Sen benimle, güzel saydığım hiçbir şeyi bölüşmedin. Az geldim sana, üstünü alıp gittin. Kaldım arkanda bozuk bir para gibi, değerimi yitirdim.
Başka bir kadın, dudakları kırmızı, saçları dalgalı kumral. Aralarda sarı ışıklar akşam güneşi gibi kızıla çalan. Yürüyüşünde tanklar var, savaşı bana açılmış. Gülüşünde sevişir gibi bir tını, seni hep yatağa davet eden. Çiçek kokan bir kadın, o koynunda yatan. Ve çiçek aldığın, bizden çaldığın her pazar.
Sinemaya gittin mi onunla? Liseli çocuklarla gibi öpüştün mü ışıklar kapanınca? Bir mağazada giyip çıkardığı giysilerle ruhun değişti mi mevsim mevsim? Ondan çocuğun olsun istedin mi hiç? Bir çocuk mesela okul korosunda güzel sesiyle şarkılar söyleyen ve kendisini izleyen babasını görünce gözleri gülen… Bir şarkınız var mı, uzak kaldığınızda birbirinizi düşünerek dinlediğiniz ya da dinlettiğiniz her gece yarısı, her sabah? Işıklar altında inceledin mi bir heykel gibi duran vücudunu henüz çocuk doğurmamış olan? Dudakların göbeğindeki delikten içine süzülmek istedi mi? Ve birbirinize karıştıktan sonra bile çekip sardın mı onu canına? Saçlarını kuruttun mu banyodan sonra, çay demledin mi karlı günlerin kahvaltılarında? Sancısı varken çoraplarını giysin diye çattın mı kaşlarını ve kızamadığın için güldü mü sana? Gülüşünde dünyalar senin oldu mu? Ya da dur bak neyi soracağım sana; sen hiç onun oldun mu? Sen sevdin mi onu?
Sevme beni, istemem! Sen nasıl vazgeçtiysen en başından, ben de –günaydın bana- vazgeçtim işte senden. Ama düşmem yakandan. Ben, yakanda soysuzluğunla bezeli bir broştum. Yalnız büyüttüğüm çocukların intikamı duruyor şimdi yanan ciğerimde. Ben ciğerimi sen yanmadan söndürmem!
İğren benden. Sinir bassın bütün hücrelerini. Boyuma ulaştırdığım o üç çocuk bir cellat gibi alsın kelleni rüyanda ve yeni çocuklar için tohumun kalmasın! Dünyaya atacak bir kötülük tohumun daha kalmasın içinde. Sevdiğin o kadın, gün gelsin başkası için sevilmeye delirsin. Benim geçtiğim yollardan geçsin ayak sesin, geçsin de duyulmasın.
Sevda yüklü bir bohçayla gelmedi bana evlilik, kaderim annemden. Kaderim çocuklarıma geçmesin. ve sen dilediğin kadar nefret et benden. Bu ev benim, bu hayat, bu acı ve bu direnç benim, birden ateş gibi başıma yükselen.
Düş Yakamdan
Yüzüme bağırdın ‘İğren kendinden!’ ve ‘Düş yakamdan!’ dedin. Düşmem!
Nefreti gördüm gözlerinde. Aşağıladın ve evet başardın, senden aşağıdayım. Sevilmediğimi bağırma yüzüme, tükürüklerin değmesin gözyaşıma, kirletmesin. Ben sevilmediğimi, sevmeyenden daha iyi bilirim. Yorma nefretimle kaynayan hücrelerini. Sen başkasını seversin, ben kimseyi. Senden vazgeçtim. Sevginden vazgeçtim, merhametinden ve vicdanından vazgeçtim. Sevme beni, daha da beklemem.
Evlilik, sevda yüklü bir bohçayla gelmemişti anneme. On dört yaşındaydı henüz ve bir adamın koynunda açmıştı baygın gözlerini. Evlenmek, çocuk bedenine yorucu gelmişti. Üzerinden indiği at, tanımadığı bir erkeğin terli bedeniyle çıkmıştı üstüne. Babamı bir gün bile sevmemişti ama ona sorsan sevmişti kendinden çok. Benim geldiğim yerde kadınlar sevmek nedir bilmemişti. Kocasını sahibi bellemişti annem. Babamın sıcak sıvısından bizleri meydana getirmişti. Karnı burnunda ve yorgun tarlada. Sıralamıştı bizi, sobanın yanına. Okuduğumuz kadar okumuş, yediğimiz kadar yemiş ve düşündüğümüz kadar düşünmüştük. Her şey akışındaydı. Küçük dünyaların büyük adamları azdı ve kadınlardan büyük adam olmamıştı hiç.
On sekizindeydim beni istediğinde. Sormamışlardı bana ama sorar gibi yapmışlardı yine de. Babamın amcasının oğlu şaşıydı, senin gözlerinse iri kahve. Kabul etmiştim seni, başım sallanıvermişti şaşı olmadığına şükrederek. Yanımda durman beni utandırmayacaktı ve kendimden az bulmayacaktım seni. Ablamın kocası gibi kokmuyordun da üstelik. Yanımda dağlar gibi sarıp da duracaktın. Ama birkaç adım önden yürüdün hep, yanımda durmadın. Belki de benim sıradan gözlerimden daha güzel gözleri vardı senin aklındaki kızın. Bilemem… Tek bildiğim az buldun beni kendine hep.
Üç çocuk verdim sana. Ben verdim de sen almadın. Ne bir okul toplantısı ne bir lunapark çığlığı düştü hayatına. Sen uzaktan besledin bizi hayvanat bahçesinde gezinir gibi ve gerektikçe fotoğraf çektirdin bu pek de sevmediğin türlerle. Yedirdin doyduk, konuştun duyduk, yolladın gittik, çağırdın geldik. Saygıda kusur, sevgide küsür yoktu, her şey net ve her şey azdı. Sevilmedik. Kendimce sevdim deme, işte o dünyanın en büyük yalanı.
Beni ışıklar açıkken sevmedin hiç. Kestiğin bir tırnak gibi attın beni köşeye işin bitince. Banyoda liflemedin sırtımı ve kustuğumda kendim temizledim ardımı. Sen hayatı benimle bölüşmedin ve bana göre ayarlamadın zamanı. Beni hayal etmedin. Bir gün batımı, bir yakamoz, bir film ya da bir şarkı. Sen benimle, güzel saydığım hiçbir şeyi bölüşmedin. Az geldim sana, üstünü alıp gittin. Kaldım arkanda bozuk bir para gibi, değerimi yitirdim.
Başka bir kadın, dudakları kırmızı, saçları dalgalı kumral. Aralarda sarı ışıklar akşam güneşi gibi kızıla çalan. Yürüyüşünde tanklar var, savaşı bana açılmış. Gülüşünde sevişir gibi bir tını, seni hep yatağa davet eden. Çiçek kokan bir kadın, o koynunda yatan. Ve çiçek aldığın, bizden çaldığın her pazar.
Sinemaya gittin mi onunla? Liseli çocuklarla gibi öpüştün mü ışıklar kapanınca? Bir mağazada giyip çıkardığı giysilerle ruhun değişti mi mevsim mevsim? Ondan çocuğun olsun istedin mi hiç? Bir çocuk mesela okul korosunda güzel sesiyle şarkılar söyleyen ve kendisini izleyen babasını görünce gözleri gülen… Bir şarkınız var mı, uzak kaldığınızda birbirinizi düşünerek dinlediğiniz ya da dinlettiğiniz her gece yarısı, her sabah? Işıklar altında inceledin mi bir heykel gibi duran vücudunu henüz çocuk doğurmamış olan? Dudakların göbeğindeki delikten içine süzülmek istedi mi? Ve birbirinize karıştıktan sonra bile çekip sardın mı onu canına? Saçlarını kuruttun mu banyodan sonra, çay demledin mi karlı günlerin kahvaltılarında? Sancısı varken çoraplarını giysin diye çattın mı kaşlarını ve kızamadığın için güldü mü sana? Gülüşünde dünyalar senin oldu mu? Ya da dur bak neyi soracağım sana; sen hiç onun oldun mu? Sen sevdin mi onu?
Sevme beni, istemem! Sen nasıl vazgeçtiysen en başından, ben de –günaydın bana- vazgeçtim işte senden. Ama düşmem yakandan. Ben, yakanda soysuzluğunla bezeli bir broştum. Yalnız büyüttüğüm çocukların intikamı duruyor şimdi yanan ciğerimde. Ben ciğerimi sen yanmadan söndürmem!
İğren benden. Sinir bassın bütün hücrelerini. Boyuma ulaştırdığım o üç çocuk bir cellat gibi alsın kelleni rüyanda ve yeni çocuklar için tohumun kalmasın! Dünyaya atacak bir kötülük tohumun daha kalmasın içinde. Sevdiğin o kadın, gün gelsin başkası için sevilmeye delirsin. Benim geçtiğim yollardan geçsin ayak sesin, geçsin de duyulmasın.
Sevda yüklü bir bohçayla gelmedi bana evlilik, kaderim annemden. Kaderim çocuklarıma geçmesin. ve sen dilediğin kadar nefret et benden. Bu ev benim, bu hayat, bu acı ve bu direnç benim, birden ateş gibi başıma yükselen.
Düşmem yakandan.