Davul bile dengi dengineyse dünyanın bu çok seslilik merakı niye… Zor olmasaydı böyle sevilesi olabilir miydi dediğim çok şey oldu hayatta. En çok terlediğim anları en güzel hatırladım hep.
Bir tek çocuklarımın terlediği geceleri sevemedim, ateş varsa işin içinde. Onun dışındaki bütün terler bana, çabayı hatırlattı, emeği anlattı. Gülünç durumlara gülebilmekse insanlığı. Amatörlüğü değil asla. Hayatı herhangi bir duygudan soyutlamak hiçbir zaman bana göre olmadı.
Kahkahalarımız kaç dakika boyunca kliniği inletti bilmiyorum. Ben susmayı başarıp kontrolü elime almayı başarsam Gülden kendini kahkahalarla koltuktan koltuğa attı. Aynı şeyleri yeniden söyleyip söyleyip gülüyordu. Bana gülmek için gelmemişti elbette. Bana artık sinirden gülmemek için gelmişti.
Oysa birlikte gülüyorduk işte. Bana sorarsanız bu da paylaşımımızın bir parçasıydı. Gülden, bir restoranlar zincirinin misafir ilişkileri direktörüydü. İyi kazanıyordu, iyi yaşıyordu ve artık çok ama çok iyi yaşayan bir adamın sevgilisiydi. Ve bu, iyinin kişiden kişiye değiştiğini açıkça anlatıyordu. Gülden, delirmiş gibiydi, konuşurken sinirden ter atıyordu. Sakin başlıyor, sonra sinirleniyor, gülüyor yeniden sakinleşiyor, sonra sinirleniyor, daha da hiddetleniyor ve bu kısır döngünün içinde aşık olduğu adama aşık olduğunu yeniden anlıyordu.
-Gökçen Hanım, arabanın camından tükürüp tükürüğü insana gelirse gaza basan, arabasına gelirse kenara çekip yarım saat temizlik yapan bir adam hayal edin! Cinnet geçirdim!
-Gökçen Hanım, sinemada cep telefonunun sesini kısmadığı için gele tepkilere ‘filmde çalsa ne de olsa parasını verdik diye susarsınız ama’ diyerek olay çıkaran bir adam yaa! Olur şey değil!
-Gökçen Hanım, durağa bırakmak üzere arabasına aldığı yaşlı kadına kör taklidi yapıp kadının korkudan kendisini arabadan aşağı atmasına neden olan bir adam bu! Bela başıma!
-Gökçen Hanım, Harvey Nichols’ta ‘bu elbiseyi alınca dikildiği atölyeyi de üstüme mi yapacaksınız’ dedi yerin dibine girdim!
-Gökçen Hanım, toplantının ortasında ‘kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine’ diye sesli mesaj yolluyor! Sürprizden anladığına bakın!
-Gökçen Hanım, benden yavuklum diye söz etti, hem de ciddi ciddi! Kusacağım!
-Gökçen Hanım, silah sıkılmayan düğünü beğenmiyor! Çıldırtır beni bu!
-Gökçen Hanım, evde eşofmanını çoraplarının içine sokuyor!
-Gökçen Hanım, ben onu çok seviyorum…
Sayısız hikayeyle Bülent Bey, gerçek bir vakaydı. Gülben’in anlatımından mıdır bilmem bana daima sempatik gelmiştir. Tanıştığımızda ‘Merhaba Gökçen Abla’ deyişindeki ablanın kullanım biçimini de az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.
Sorun şuydu ki Bülent, Gülben gibi biri değildi. Ama sorunun bir diğeri şuydu ki Gülben de Bülent gibi değildi. Biz, bir fikir ayrılığından, bir farklılıktan söz ederken doğru olanı ya da kusursuz olanı kendimizinki kabul ederek ve diğerini ötekileştirerek cümleler kuruyoruz. İkili ilişkilerde dilimizden düşürmediğimiz ‘bana göre değil’, aslında ‘birbirimize göre değiliz’ olmalıydı. Hem de tüm samimiyetimizle. Bülent, harika görünmüyordu ama belki Gülden de Bülent’e harika görünmüyordu. Kimi, beklentileri için suçlayabilirsiniz ki…
Gülben, işi ve çevresi dolayısıyla tanıma şansına eriştiği sevgilisini yine işi ve çevresi nedeniyle sorun ediyordu. Uzun zamandır dert ediniyor, ne yapacağını düşünmekten uyuyamıyordu. Her ortamda utandığı bir adamı nasıl oluyor da bu kadar seviyordu, anlamıyordu. Bu onu daha da sinirlendiriyordu, çünkü kavga ettiği, aslında Bülent değil kendisiydi.
Bülent, sinirlerimizin toplandığı parmak uçlarımız gibiydi. Hem dokunuyor, hem dokunduruyordu. Onun saflığı, temizliği, düzlüğü, samimiyeti dünyanın geri kalanında yoktu, evet yoktu. Ancak onun kabalığı, kıroluğu, patavatsızlığı da kimsede yoktu. Ben demiyordum bunu, Gülben diyordu.
Evlilik teklifi yapmaya hazırlanıyor, haber aldım, herhalde havaya çiğköfte atarak kutlarız deyip gülüyordu ama o teklif gelmeden ne yapacağını bilmeliydi. İlişkisinin terapiye ihtiyacı vardı. Çünkü bütün sevgisine rağmen kafasında oturmayan çokça şey, kaygılarını da ayakta tutuyordu.
İş yemeklerine, davetlere ve özel günlere yalnız katılmak zorunda kalıyordu. Hem davet sahiplerine, hem çevresine hem de kırmamak için Bülent’e yalan söylemek onu yoruyordu. Türlü bahanelerle onu hayatının önemli bir kısmından uzak tutuyordu. Kendisini utandıran bir adamı sevmek Gülben’i düşündürüyordu ama seviyordu işte. Bütün mantık kurallarının dışında seviyordu. Akıl oyunlarının dışında. Arayıp da bulamadığı şeyler ondaydı. Samimiydi içtendi, kazancı yerindeydi, aile nedir biliyordu, küçük hesaplar yapmıyordu, kıskanıyordu, koruyordu, kolluyordu, ilgileniyordu, düşünüyordu. Her şeyi kendi üslubunca yaptığı için kızamıyordu ki insan ona. Bülent, Gülben’i seviyordu.
Kadınlar sık sık düşünür bunu. Aradığımız bütün niteliklerin toplandığı bir adam yok mu! Ya da Ahmet’in şusunu, Mehmet’in busunu, Ali’nin osunu alsak da bir adam getirsek meydana, sahi olmuyor muydu! Ne acı.
Gülben, için seçim zamanıydı. Böylesine zor seçimler yapmak insanı yıpratır. Anlatsan ortasını bulan olmaz. Ya ‘bırak, ne işin var onunla, sana göre değil’ derler, ‘ya da sevseydin böyle düşünmezdin, onu hak etmiyorsun’. Ortasını demezler. Söz konusu insanken ortası olmaz mı hiç… söz konusu hislerken ortası olmaz mı… Olur.
Gülben, elbette kaygılarıyla sevgisi arasında seçim yapmak zorunda kalabilirdi. Ama bir çare daha yok muydu? Bülent’i Gülben’e, Gülben’i Bülent’e bir parça daha yakınlaştırmak mümkün olmaz mıydı? Bal gibi de olurdu. Denemeye değerdi hiç değilse. Severek ayrılmak, daima son çare olmalı. İki insanın birbirini daha iyi anlamasını, beklentilerini daha iyi sindirmesini ama kendisi olmasını da savunmayı ve bunu korumayı başaramıyorsanız işte o zaman vazgeçmeye değer diyebiliriz. Ama bunu denemeden asla!
Bunu denedik, sivri köşelerini yumuşatmaları için birer şans verdik onlara. Bunu üçümüz yaptık. Kolay olmadı. Ama yavaş yavaş oldu ve inanıyorum ki sindirildi. İnsanlara sonuçları hatırlattığınızda sebep olmamak için çaba harcamaya karar verebilirler. Ama insanlara sonuçları dayattığınızda çaba harcayacakları varsa da bundan vazgeçebilirler.
Yürüme ihtimali olana yolları göstereceksin, kapıları değil.
Düğün, Bülent’in memleketi Diyarbakır’da geleneklere uygun biçimde yapıldı. Hemen ardından İstanbul’da bir tekne düğünüyle taçlandırıldı mutlulukları. Bülent, beni hala gülümsetiyor. Ne mutlu ki Gülden’i de.
İnsan hisleri söz konusuysa ortası var işte. Fedakarlık var. Kabullenme var. Çabalama var. Sürünme bile var. Ama gülmek de var. Hep var.
Denklik
Davul bile dengi dengineyse dünyanın bu çok seslilik merakı niye… Zor olmasaydı böyle sevilesi olabilir miydi dediğim çok şey oldu hayatta. En çok terlediğim anları en güzel hatırladım hep.
Bir tek çocuklarımın terlediği geceleri sevemedim, ateş varsa işin içinde. Onun dışındaki bütün terler bana, çabayı hatırlattı, emeği anlattı. Gülünç durumlara gülebilmekse insanlığı. Amatörlüğü değil asla. Hayatı herhangi bir duygudan soyutlamak hiçbir zaman bana göre olmadı.
Kahkahalarımız kaç dakika boyunca kliniği inletti bilmiyorum. Ben susmayı başarıp kontrolü elime almayı başarsam Gülden kendini kahkahalarla koltuktan koltuğa attı. Aynı şeyleri yeniden söyleyip söyleyip gülüyordu. Bana gülmek için gelmemişti elbette. Bana artık sinirden gülmemek için gelmişti.
Oysa birlikte gülüyorduk işte. Bana sorarsanız bu da paylaşımımızın bir parçasıydı. Gülden, bir restoranlar zincirinin misafir ilişkileri direktörüydü. İyi kazanıyordu, iyi yaşıyordu ve artık çok ama çok iyi yaşayan bir adamın sevgilisiydi. Ve bu, iyinin kişiden kişiye değiştiğini açıkça anlatıyordu. Gülden, delirmiş gibiydi, konuşurken sinirden ter atıyordu. Sakin başlıyor, sonra sinirleniyor, gülüyor yeniden sakinleşiyor, sonra sinirleniyor, daha da hiddetleniyor ve bu kısır döngünün içinde aşık olduğu adama aşık olduğunu yeniden anlıyordu.
-Gökçen Hanım, arabanın camından tükürüp tükürüğü insana gelirse gaza basan, arabasına gelirse kenara çekip yarım saat temizlik yapan bir adam hayal edin! Cinnet geçirdim!
-Gökçen Hanım, sinemada cep telefonunun sesini kısmadığı için gele tepkilere ‘filmde çalsa ne de olsa parasını verdik diye susarsınız ama’ diyerek olay çıkaran bir adam yaa! Olur şey değil!
-Gökçen Hanım, durağa bırakmak üzere arabasına aldığı yaşlı kadına kör taklidi yapıp kadının korkudan kendisini arabadan aşağı atmasına neden olan bir adam bu! Bela başıma!
-Gökçen Hanım, Harvey Nichols’ta ‘bu elbiseyi alınca dikildiği atölyeyi de üstüme mi yapacaksınız’ dedi yerin dibine girdim!
-Gökçen Hanım, tanıtım filmimizin fonuna Ferdi Tayfur şarkısının enstrümantalini öneren bir kıro! Aklıma mukayyet olamıyorum!
-Gökçen Hanım, sofrada çatal bıçak kullanmaya içerden başlıyor ve peçeteyi yakasına sokmaya bayılıyor! Rezil oluyorum!
-Gökçen Hanım, toplantının ortasında ‘kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine’ diye sesli mesaj yolluyor! Sürprizden anladığına bakın!
-Gökçen Hanım, benden yavuklum diye söz etti, hem de ciddi ciddi! Kusacağım!
-Gökçen Hanım, silah sıkılmayan düğünü beğenmiyor! Çıldırtır beni bu!
-Gökçen Hanım, evde eşofmanını çoraplarının içine sokuyor!
-Gökçen Hanım, ben onu çok seviyorum…
Sayısız hikayeyle Bülent Bey, gerçek bir vakaydı. Gülben’in anlatımından mıdır bilmem bana daima sempatik gelmiştir. Tanıştığımızda ‘Merhaba Gökçen Abla’ deyişindeki ablanın kullanım biçimini de az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.
Sorun şuydu ki Bülent, Gülben gibi biri değildi. Ama sorunun bir diğeri şuydu ki Gülben de Bülent gibi değildi. Biz, bir fikir ayrılığından, bir farklılıktan söz ederken doğru olanı ya da kusursuz olanı kendimizinki kabul ederek ve diğerini ötekileştirerek cümleler kuruyoruz. İkili ilişkilerde dilimizden düşürmediğimiz ‘bana göre değil’, aslında ‘birbirimize göre değiliz’ olmalıydı. Hem de tüm samimiyetimizle. Bülent, harika görünmüyordu ama belki Gülden de Bülent’e harika görünmüyordu. Kimi, beklentileri için suçlayabilirsiniz ki…
Gülben, işi ve çevresi dolayısıyla tanıma şansına eriştiği sevgilisini yine işi ve çevresi nedeniyle sorun ediyordu. Uzun zamandır dert ediniyor, ne yapacağını düşünmekten uyuyamıyordu. Her ortamda utandığı bir adamı nasıl oluyor da bu kadar seviyordu, anlamıyordu. Bu onu daha da sinirlendiriyordu, çünkü kavga ettiği, aslında Bülent değil kendisiydi.
Bülent, sinirlerimizin toplandığı parmak uçlarımız gibiydi. Hem dokunuyor, hem dokunduruyordu. Onun saflığı, temizliği, düzlüğü, samimiyeti dünyanın geri kalanında yoktu, evet yoktu. Ancak onun kabalığı, kıroluğu, patavatsızlığı da kimsede yoktu. Ben demiyordum bunu, Gülben diyordu.
Evlilik teklifi yapmaya hazırlanıyor, haber aldım, herhalde havaya çiğköfte atarak kutlarız deyip gülüyordu ama o teklif gelmeden ne yapacağını bilmeliydi. İlişkisinin terapiye ihtiyacı vardı. Çünkü bütün sevgisine rağmen kafasında oturmayan çokça şey, kaygılarını da ayakta tutuyordu.
İş yemeklerine, davetlere ve özel günlere yalnız katılmak zorunda kalıyordu. Hem davet sahiplerine, hem çevresine hem de kırmamak için Bülent’e yalan söylemek onu yoruyordu. Türlü bahanelerle onu hayatının önemli bir kısmından uzak tutuyordu. Kendisini utandıran bir adamı sevmek Gülben’i düşündürüyordu ama seviyordu işte. Bütün mantık kurallarının dışında seviyordu. Akıl oyunlarının dışında. Arayıp da bulamadığı şeyler ondaydı. Samimiydi içtendi, kazancı yerindeydi, aile nedir biliyordu, küçük hesaplar yapmıyordu, kıskanıyordu, koruyordu, kolluyordu, ilgileniyordu, düşünüyordu. Her şeyi kendi üslubunca yaptığı için kızamıyordu ki insan ona. Bülent, Gülben’i seviyordu.
Kadınlar sık sık düşünür bunu. Aradığımız bütün niteliklerin toplandığı bir adam yok mu! Ya da Ahmet’in şusunu, Mehmet’in busunu, Ali’nin osunu alsak da bir adam getirsek meydana, sahi olmuyor muydu! Ne acı.
Gülben, için seçim zamanıydı. Böylesine zor seçimler yapmak insanı yıpratır. Anlatsan ortasını bulan olmaz. Ya ‘bırak, ne işin var onunla, sana göre değil’ derler, ‘ya da sevseydin böyle düşünmezdin, onu hak etmiyorsun’. Ortasını demezler. Söz konusu insanken ortası olmaz mı hiç… söz konusu hislerken ortası olmaz mı… Olur.
Gülben, elbette kaygılarıyla sevgisi arasında seçim yapmak zorunda kalabilirdi. Ama bir çare daha yok muydu? Bülent’i Gülben’e, Gülben’i Bülent’e bir parça daha yakınlaştırmak mümkün olmaz mıydı? Bal gibi de olurdu. Denemeye değerdi hiç değilse. Severek ayrılmak, daima son çare olmalı. İki insanın birbirini daha iyi anlamasını, beklentilerini daha iyi sindirmesini ama kendisi olmasını da savunmayı ve bunu korumayı başaramıyorsanız işte o zaman vazgeçmeye değer diyebiliriz. Ama bunu denemeden asla!
Bunu denedik, sivri köşelerini yumuşatmaları için birer şans verdik onlara. Bunu üçümüz yaptık. Kolay olmadı. Ama yavaş yavaş oldu ve inanıyorum ki sindirildi. İnsanlara sonuçları hatırlattığınızda sebep olmamak için çaba harcamaya karar verebilirler. Ama insanlara sonuçları dayattığınızda çaba harcayacakları varsa da bundan vazgeçebilirler.
Yürüme ihtimali olana yolları göstereceksin, kapıları değil.
Düğün, Bülent’in memleketi Diyarbakır’da geleneklere uygun biçimde yapıldı. Hemen ardından İstanbul’da bir tekne düğünüyle taçlandırıldı mutlulukları. Bülent, beni hala gülümsetiyor. Ne mutlu ki Gülden’i de.
İnsan hisleri söz konusuysa ortası var işte. Fedakarlık var. Kabullenme var. Çabalama var. Sürünme bile var. Ama gülmek de var. Hep var.